8 Nisan 2009 Çarşamba

Nikotin bantı ile yeniden kol kola
















James Dean gibi yaşamın sırrına erken erenler, çabucak oyunun ikinci level'ine geçmek için çabalarken benim gibi fukara faniler de yukarıdaki cool havayı üzerinden atmak pahasına sigarayı bırakmaya çalışırlar.
Bugün 2 veya 3 hafta süreyle hergün takacağım, battal boy nikotin bantlarının ilkini taktım koluma. 
Aslında güzel bir neden yarattım kendime, marketteki kadın ingilizce bilmiyor ve sigara almak çile oluyordu. Uzun diyalogların ardından, marketten elimde pipo ile çıkarsam kendimi şanslı sayıyordum. Ancak eczanedeki kadın ingilizceyi gayet royal tatta işliyor. Dedim ki kendime, sonuçta amaç Nikotin sokmak vücuda gel dedim, harap etme kendini de Lehçe'yi de.

7 Nisan 2009 Salı

Varşova'da baharın ilk günü

Bisikletimle gezmeye çıktım ve gördüklerimin fotoğrafını çektim.














20 Mart 2009 Cuma

Bundan böyle NOTES!













Google notes, Google notebook, Google Bookmarks vb. ögeleri kullanarak web gezintilerimin kaydını tutacağım. Blog üretmekten daha verimli ve anlamlı. Yandaki linkte "Google notes" notlarımı görebilirsiniz. Film yorumları devam. 

11 Mart 2009 Çarşamba

Türkiye'den haberler














Nihat Doğan, "AKP'ye oy vermeyen şerefsizdir." Demiş.
Deniz Baykal, "Hoşmerim yiyorum, şekerim yok." Demiş.
Recep Tayyip Erdoğan, TÜSİAD'a, "IMF ile anlaşmak için sana mı soracağım" Demiş.
Bir vatandaş, borçları olduğu için dama çıkmış. Borçlarını taksiktlendirmişler.

Bir de Cihangir'de bir "transseksüel cinayeti" işlenmiş...

"Kadın cinayeti", "Erkek Cinayeti" değil...

"İnsan Cinayeti" hiç değil... 

Bir adam, evine gelip, Pınar'ın boğazını kesmiş. Pınar böyle olacağını biliyormuş. Savcılığa tehdit edildiğini bildirmiş. Yani Pınar göz göre göre gitmiş. 

Türkiye'nin kanamalı hastalığı ayrımcılıktır. 

Kürtler, aleviler, esçinseller, travestiler, transseksüeller, lezbiyenler, biseksüeller, feminen erkekler, mini etekliler, başörtülüler, çingeneler, rockçılar, hiphopçılar, dinciler, dinsizler, enteller, recep ivedikler, köylüler, fakirler, zenginler, züppeler, cahiller, çıkın dışarı.

Maalesef geriye kalanımız yok. 

Toplumun ayrımcılık üzerinden yarattığı nefreti sosyologlar inceleyedursunlar. Asıl kritik olan bu nefretin sonuçlarından biri olan şiddet eylemlerinin kulak arkası edilmesi. Devletin vatandaşını korumaması. Eğer devlet taraflı ise ve bu nedenle adalet dağıtma aczine düşmüş ise, ortada devlet filan yoktur. Devletler "adalet" ilkesi olmadan var olamazlar.

İşte ayrımcılık bir kenara, ayrımcılığın devlete'de sirayet etmesi çok önemlidir. Bu sıra "BİZ"e de gelecek demektir. 

Sıramızı bekleyelim...

5 Mart 2009 Perşembe

WEB 4.0


Şimdi bunu seyretmek zorunda olduğunuzu açıklamak için ne yapmak gerek bilemiyorum ki...

HYPERREALISM













Taner Ceylan hiperrealist akımda Türk'ün şanlı bayrağını şerefle dalgalandıran, tadından yenmez bir sanatçı. Bu işlere bakmak zorundasınız. Yukarıda gördüğünüz bir resimdir!

ÇOCUMUZ OLDU AMA KARIMIN HABERİ YOK!












Volkswagen web sitesinde anne babanın resimlerinden olası bebeğinizin nasıl görüneceğini tahmin eden bir uygulama var. Uygulamayı kullanıp bebeği sipariş ettim 9 sn'de hazırladılar. Çocuk sesler çıkarıp gözleriyle mouse ikonunu bile takip ediyor. Maaşallah demeden duramadım. 















Ancak durmadım. Bebek yetmedi. Büyütmek okula göndermek istedim. Başka bir siteye resmini yükleyip. Bu sefer bebeği yaşlandırdım. Bakınız sonuç budur. Allahıma binlerce şükürler olsun sonunu bilmediğim bir işe kalkışmıyorum artık. 


SOUNDS OF THE UNIVERSE
















 

Depeche Mode albümünün şarkı listesi belli olmuş. Hole to feed'i merak ettim şimdi. Çok tahrik edici duruyor. 

Birisi konser DVD'sinden yukarıdaki sahneyi başa alıp alıp izlettirirdi. Al sana pause edilmiş hali. Tam da salona posterlik. 

"In Chains"
"Hole To Feed"
"Wrong"
"Fragile Tension"
"Little Soul"
"In Sympathy"
"Peace"
"Come Back"
"Spacewalker"
"Perfect"
"Miles Away/The Truth Is"
"Jezebel"
"Corrupt"

4 Mart 2009 Çarşamba

EL ÁNGEL EXTERMINADOR














Luis Buñuel
1962
*****

Bunuel hakkında söylenecek çok söz var diye bir türlü birşey yazmaya cesaret edemiyordum. Fakat artık yeter, bu yüzden en sevdiğim filmleri yazamıyorum. Bir yerden başladım artık gerisi gelir her halde. 

Sürrealist sinemanın babası dedikleri bu insan bir İspanyol. İlk izlediğim filmi 1974 yapımı "Phantom of Liberty" idi ve hiç tanımadığım bir tadı vardı filmin. Filmi izledikten sonra bir süre ne seyrettiğime inanamadım. Bu kadar aykırı bir filmin ben doğmadan önce çekilmiş olmasının yanında, o zamana kadar haberdar olmamam da çok şaşırtmıştı beni. Kendi kendime, "bu dünyanın en güzel filmi olmalı, neden kimse bilmiyor?" demiştim. Neyse sonradan anlaşıldı ki tek bilmeyen benmişim. 

Neden bilinmez Bunuel deyince ilk aklıma gelen hristiyanlığa yaptığı ateist göndermeler oluyor. Sinemacı ve yazar olarak inanılmaz işler başarmış, işinin her alanında son derece titiz ama beni kıs kıs güldüren işleri hep filmlerin içindeki ateist doku oldu. Bunuel filmleri, toplumun en temel yapısal ögelerini filmin içine koyduktan sonra birbirleriyle konuşturuyor diyebiliriz. Filmleri çok farklı konularda olsa da, her filminde polis, asker, din adamı, burjuva, uşak, vb temel sosyolojik roller bulunuyor. Her filmde bir sosyolojik olgu başrole geçip diğerleri ile konuşuyor.

Sürrealizm kısmına gelirsek, aslında Salvador Dali ile sıkı arkadaş olan ve ikisinin rüyalarını anlatan bir film de çekmiş olan Bunuel'in sürrealizm'i keşfettiği filan yok. Bence yaptığı şey, sürrealist bir anlatım tekniğini, müstehzi (carcastic demek. valla bu kadar türkçesini bulabildim idare edin.) bir dil ile birlikte kullanması ve anlattığı şeylerin gayet realistik konular olması. Woody Allen'da da aynı tarz vardır. Alay ettiği konular insanlık tarihinin en çok sorduğu sorulardır ve dünyanın her yerinde geçerli konulardır. Oysa filmin içinde öyle basitleştirilir ki izleyici kendi yarası olsa bile ekranda görünce gocunmaz güle oynaya izler, anlamadan yer yutar mevzuları. Örneğin, "Vicky Christina Barcelona" Türkiye'de vizyona girdi ancak filmin ardından maço erkekler topa, tüfeğe sarılıp "Gavatlara ölüüüm" diye haykırarak sokaklarda yürümediler. Çünkü zehir yavaş yavaş verilmişti bünyeye. Bunuel de aynı tekniği kullanıyor. Hatta gerektiğinde sürrealizmi kalkan olarak bile kullanıyor. Ancak filmi okuyanlar, "bu adam, çatır çatır dine sövüyor" diyebiliyorlar. Bunuel'in film çektiği dönemlerin toplumsal iklimini ve Franko faşizminin İspanya'yı nasıl etkilediğini düşünürsek, yönetmenimizin "çaktırmadan" tarz geliştirmesini doğal sonuç olarak görebiliriz. Pek de güzel olmuş. Sonunda ortaya çıkan filmler dünyayı değiştirme gücüne sahip olmuş, çaktırmadan.

The Exterminating Angel, üst sınıfın istemediği bir kapana kısılmasını anlatıyor. Bir grup şatafatlı zengin, bir opera gecesinin ardından arkadaşlarının evinde bir yemek davetinde buluşurlar. Yemekler yenir sofra toplanır, ancak kimse gitmez. Söz birliği etmişçesine misafirlerimiz o gece orada kalırlar. Nedense canları gitmek istemez. Sabah herşey anlaşılır. Odadan dışarı çıkmaları mümkün olmamaktadır. Nedeni ise yoktur. Ne kapı kapalıdır ne de başka bir engel vardır ama çıkılamamaktadır. Bunuel filmde, kendi değerleri, anlayışları içine kapanmış üst kesimi klosrofobi testine sokuyor. Sürreal bir kapan gerçek hayat sahnesine konulduğunda çok acayip duruyor. Oysa filmin konusu karakterler, zaten kafaları içerisinde kendilerini birçok kapana gönüllü olarak hapsetmişlerdir. Toplum tarafından çizilen alanlara gönüllü olarak giren bu insanlar bu sefer, sınırlarını hangi gücün çizdiği bilinmeyen bir odada kalırlar ve bu kez gönüllü olmazlar. İşte sınırların değil "sınırları çizen gücün" önemli olduğunun vurgulandığı film bir taraftan da konformizm'i sorguluyor.  

Bunuel bu harika hikayeyi, özel efektler, ses kullanımı ve sinematografik uyum ile birleştiriyor. Oyuncuların hepsi çok iyiler. Bu film Bunuel filmleri arasında en sevdiğim değil ama ilk 5 içerisinde. 

Aman, sinema kapanına kapılmadan, özgür seyirler...
 

HOW MANY LETTERS DOES IT TAKE TO BE POLISH?




















Well... It takes a lot. I took the picture in a hotel room toilet in Warsaw. 

KRİZ


Kriz lafını duyunca tüyleriniz diken diken oluyor, kalp atışlarınız hızlanıyor, dişlerinizi sıkmaya başlıyorsunuz, içiniz karamsarlıkla doluyor ve hiçbir şey yapmak istemiyorsunuz. Yok değil ise sizi teğet geçmiş. 

Bu kriz nereden ve neden çıktı bilmiyorsanız, sormaya da utanıyorsanız, bu videoda gayet güzel açıklanıyor.

PIERRE WOODMAN

Pierre Woodman, Fransız pornocudur. Merak edenler buradan tüm bilgileri alabilirler, uzun uzun anlatamayacağım. Tarzını neden sevdiğimi de anlatamayacağım çünkü utanıyorum. 

Özetle, adam anal konularda uzman ve "casting coach" isimli, daha sonra hustler tv'nin prorodüksiyonunu yaptığı film serilerinin mucididir. 1990'larda eski doğu bloku ülkelerine giderek, taptaze kızları "woodman style" diye efsanevi bir de ismi olan ikna tekniği ile kandırıyor ve kendisi ile bir porno film denemesi çekmeye razı ediyor. Binlerce çekim yapmış. Binlerce. Dile kolay. 

Özellikle şu video'nun sonundaki orgazm sahnesi çok doğal. Link Türkiye'den çalışır mı bilmem ama bildiğim şu ki internete sansür son derece beyinsizliktir.

ÇEKSENE ELİNİ - PIN UP COVER

Ayşe Hatun Önal'ın efsane şarkısı Pin Up tarafından coverlanmış. Pin Up çok başarılı bir Türk Kadın Rock Grubu. Bir grubun alabaliceği en zor sıfatlar alınmış omuzlara. Türk, Rock ve Kadın hem de hepsi birlikte. E ne güzel.

23 Şubat 2009 Pazartesi

Wisla'da bir kış masalı






















Marcin, Toleg, Slimak, Milimetr, Voytek, Tomek, Marek, Darek, Pawel

20 Şubat 2009 Cuma akşamı Varşova'da kayaklarımızı eski bir minibüs'ün çektiği trailer'a yükledik. Minibüsün arkasındaki sandalyelerde ekip yerini aldı. Eski bir Uno'nun içinde de dört kişi. 2,5 saat sonra gece geç saatte Deblin'e vardık. İki gün sürecek turda, amacımız Wisla nehri boyunca Varşova'ya kadar 110 km boyunca, donmadan kürek çekmek...

Polonya'da nehir kayağı tam bir ata sporu, Daha önce katıldığım bir festival 39. kez gerçekleştiriliyordu. Böyle olunca, yaz ayları kısıtlı olan Polonya ikliminde kürek sporu kış aylarına da yayılıyor. Yine de 6. kez düzenlenen bu kış turu, limitleri zorlayan hava şartlarında yapılıyor. Beklediğimiz sıcaklıklar -2 ile -12 arasında. Ekip tam bir kış turu olması için kar yağışını bekledi. Geçtiğimiz hafta boyunca süren kar yağışı durdu ve nihayet Wisla kıyıları bembeyaz.

Wisla Avrupa'nın en büyük nehirlerinden biri. Polonya'nın güneyinde, Slovakya sınırındaki Tatra dağlarından doğuyor ve 1000 km üzerinde yol alarak kuzeyde Gdansk şehrinden Baltık denizine dökülüyor. Nehir oldukça geniş ve orta hızda akıyor. Nehrin hızı 3-8 km arasında. Kimi yerlerde oldukça geniş olan nehir adalar ve kum setleri ile dolu.



















Polonya'nın her şehrinde mutlaka en az bir kültür merkezi var. Deblin 10.000 nüfuslu küçük bir kasaba ve biz Cuma gecesini Deblin Kültür Merkezinin sanat galerisinin tahta zemininde geçireceğiz. Bir kayak derneğinin organizasyonu olduğu için devlet kurumları himayesini esirgemiyor. Polonya'da bu tür etkinlikler her zaman destekleniyor. 

Gece'yi geçireceğimiz odaya vardığımızda kamp malzemelerimizi çıkarıp yataklarımızı hazırlıyoruz. Çok kalın olduğu için bugüne kadar kullanamadığım uyku tulumumu deneyeceğim için mutluyum. Fakat herkes hazırlandığında benim uyku tulumum alay konusu oluyor. Kullandıkları tulumlar o kadar kalın ki. Bana yarın gece kamp kurduğumuzda bu tulumla uyuyamayacağımı söylüyorlar. Tulum tek konu değil, üzerinde uyuyacağım airmat'ın yetersiz olduğunu yansıtıcı özelliği olan gümüş örtülerden edinmem gerektiğini söylüyorlar. Bir daha ki sefere diyoruz. Bu noktada ilk kez ne yaptığımı bilmediğimi düşünüp korkuyorum. Gece 23.00'te ışıklar kapanıyor. Dışarısı -10 derece.

Sabah ilk iş kahvaltı. Menü bol şekerli çay ve domuz sosisi kelbasa. Ben sıcak müsli, power bar ve kahve hazırlıyorum. Yanımda kelbasa var ama çok yağlı olduğu için tercih etmiyorum. Yine gülüşmeler oluyor. Kayakları hazırlamak için dışarı çıktığımızda nehrin üzerindeki buz kütlelerini görüyorum ve öylece bakakalıyorum. Bugün havanın -2'ye kadar çıkacağından çok sıcak bir gün olacağından bahsediyorlar, içimdeki termal giysilerden birini çıkarıyorum. 



















Wisla üzerinde yoğun bir sis var, bu kadar soğukta malzemeleri yüklemek çok zor. Kayakların bagaj kapakları gece donmuş ve açıp kapatmak imkansız. Çadırlar, yemek, su, matlar, kuru giysiler su geçirmez çantalara doldurulup kayaklara yükleniyor. Hazırlık 1 saatimizi alıyor. 11 kişiyiz aramızda sadece 1 kadının olması üzücü. Kayak sporu genellikle Polonyalı erkeklere ait bir spor gibi gözükse de kadınların katılımı gün geçtikçe artıyor. Eski günlerde Polonyalı erkeklerin alkol tüketiminin hat safhaya çıktığı turlar düzenlediğini ve nehir kayağının alkolizm ile bağlantılı bir spor olduğunu anlatıyorlar. Bu havada bu kadar çok alkol tüketmek, hele kürek çekerken çok tehlikeli. Soğuk yüzünden zaten refleksler zayıflıyor, mümkün olduğunca ayık kalmak gerek. Termosun içindeki kahveye donmasın diye biraz ballı votka ekliyorum. Soğuktan yanmaması için yüzümüze parafin katkılı kremler sürüyoruz. O sırada kaldığımız merkezin yetkilisi fotoğraflarımızı çekerken, gençliğinde yaptığı turları anlatıyor, anlaşılıyor ki hadi desek o da gelecek. 2001 yılında çektiği fotoğrafları gösteriyor. Nehirdeki su seviyesi neredeyse 3 metre düşmüş. İnanamıyoruz. 















Sonunda kayaklar suya iniyor. Marcin tur ile ilgili direktifleri veriyor. Kürek çekeceğimiz süre, duracağımız yerler ve bitiş saati belli. Ekip 3 gruba ayrılıyor: Hızlı olan ve nehri tanıyan tecrübeli yaşlılar öne geçiyor, tüm acemiler ortada ve ekibin bilgili profesyonelleri en arkada. O kadar hazırlık sırasında çok hareket ettiğim için sıcak basıyor ve polar bereyi çıkartıyorum ancak maalesef buna izin yok, sıcaklık -9'larda ve herkes beresini takacak. Vücut ısısının en çok kayıp edildiği yer kafamız ve dakikalar içinde yüksek ısı ve enerji kaybı gerçekleşiyor. 

İlk mesafeler çok korkutucu. İnanılmaz bir sis var, göz gözü görmüyor. Önümdeki kayakçının yeleğini hayal meyal seçiyorum. Nehrin kıyıları gözükmediği için hızımız çok düşük, yön tespiti imkansız. Büyük bir disiplin içinde tek sıra olunuyor, herkesin önündekini takip etmesi ve liderlerin yol göstericiliği ile ilerliyoruz. Her yer buz kütleleri ile kaplı. Bu konuda çok acemiyim. 1-2 metre çapında ve yüzeyden sadece 5 cm yükseklikte yüzen buz parçaları yaklaşık 20-30 cm kalınlığında. Bu buz kütleleri akıntı ile beraber ilerliyorlar ve bizim hızımız onlardan yüksek olduğu için kaçınmak mümkün ancak her zaman slalom yapmak kolay olmuyor, çoğunlukla buzlara çarpıp kırarak ilerliyoruz.  Bu hızımızı inanılmaz derecede azaltıyor. Sanki buzlu milk shake'in içinde ilerliyoruz. Bazen küreği suya sokamıyorum, buz parçalarını kırarak veya onlardan destek alarak kürek çekiyorum. Her çarptığım buz parçası yönümü biraz değiştiriyor. Bu yüzden dümen ve skeg'i beraber kullanıyorum. Ancak sudaki bu fazlalıklar da bazen buzlara takılıyor. Bir ara siste yönümü kaybediyorum. Kimseyi göremiyorum. Yeleğimin cebinde çakı, düdük ve pusula var. Aklıma düdük geliyor ama erkekliğe yediremiyorum. Sakin kalmaya çalışıyorum.  Hareket halinde iken akıntının hızını fark etmemişim, birden karşımda nehrin kıyısı beliriyor. Su girdaplar yaparak sola doğru akıyor, anlıyorum ki sağdaki bir buruna denk gelmişim. Güçlükle sola dönüyorum akıntının etkisi ile ok gibi fırlıyorum. Biraz da panikle hızla kürek çekmeye başlıyorum. Hala görünürde kimse yok. Sonra durup dinliyorum. Kayakların ve küreklerin buzları kırarken çıkardığı sesleri duyuyorum. Sesleri takip ederek ekibi buluyorum. Nerdeydin derlerse, "geziniyordum manzara çok güzel" diyeceğim. 



















Sis içindeki seyahat bir süre sonra bitiyor. Yavaş yavaş sis dağılıyor ve artık kıyıları görebiliyoruz. Ağaçların üzerindeki kırağı bembeyaz bir dünya yaratmış. Sanki başka bir gezegendeyim. Hala güneş yok ama bitmeyen bir beyazlık gözümü alıyor. Sis'in dağılması ile tek sıra düzen bozuluyor ileri grup orta grup ve arkadakiler olarak üçe ayrılıyoruz. GPS'te okunan ortalama hızımız saatte 8 km. Akıntının hızı ise yaklaşık 4 km. Artık kaslarım sinyal veriyor. Bu sıcaklıkta kasların ısınması çok zor. Bu nedenle bir süre sonra kollarım ağırlaşıyor. Hızlanmak için dümeni ve skegi kaldırmak istiyorum. O da ne? Dümen donmuş. İndirmek için kullanacağım ip, ipin bağlantı elemanı ve dümeni hareket ettiren mekanizma cam gibi 2-3 cm buz kaplı. Küreklerin de buz kapladığını fark ediyorum. Suya giren kısım dışında kalan, elim ile blade arasındaki shaft kısmı 4-5 cm buz kaplı. Küreği kokpitin kenarına vurarak buzları kırıyorum. Dümen de suda kalsın hiç uğraşamıyorum. Ancak aklıma beni kayağa bağlayan esnek etek takılıyor. Eğer o da katılaşıp kayağa yapışmışsa ve suya düşersem, boğulmamak için kayaktan nasıl kurtulacağımı düşünüyorum. Sonradan öğrendiğime göre neopren etekler esnekliklerini bir dereceye kadar koruyorlarmış. Ancak yine de eteğin bağlantı noktasının ıslanıp buzlanmasını engellemek gerekirmiş. Ölüdeniz'de sea kayak yaparken bunları hiç aklıma getirmemiştim. 














Tam bittim derken öğle yemeği molası veriyoruz. Sadece yemek yiyebilecek kadar zaman var. Zaten terli olan vücutlar soğumadan suya dönmeliyiz. Kurt gibi acıkmışım, çok yağlı diye yemediğim sosisler imdadıma yetişiyor. Yağlı oldukları için bir tek onlar donmamışlar. Termostaki kahve buz gibi. Suya bakmıyorum bile. Alüminyum mataradaki su donunca matara genleşmiş ve şeklini kaybetmiş. Günün ikinci yarısında güneş açıyor. Manzara nefis. Sıcaklık -3 civarlarında, kimse görmeden beremi çıkartıyorum, spray jacket'in neopren yakasını da gevşetiyorum çok sıcak oldu. Saat 15:30'da hava soğumaya başlıyor ısı aniden düşüyor. Neyse ki 16:00'da karaya çıkıyoruz. 6 saat kürek çektik ve 55 km mesafe kat ettik. Tam yolun yarısında, tam da planlanan zamanda duruyoruz. Herşey planlara uygun, disiplin yüksek. Karaya çıkınca fotoğraf çekmeyi bırakıp acilen çadır kurmam ve kuru elbiseler giymem konusunda uyarı alıyorum. En çok dikkat edilen şey bu, terli kalmamak. Nem en korktuğumuz şey. Anında buza dönüşüyor ve vücut ısısını hızla düşürüyor. 














Malzemelerime güvenemediğim için kamp biraz korkutuyor çünkü güle oynaya -3 derecede kürek çekmek gibi kolay olmayacak. Gece sıcaklık -12'ye kadar düşecek ve biz çadırlarımızda uyuyor olacağız. Herkes son süratle çalışıyor ve kamp alanını kuruyoruz. Marcin bu kampta yeni bir malzeme deneyecek. İsteç'te "tipi" denilen çadırlar kullanılıyor. Bu çadırların içinde minyatür sobalar yakılarak içerisi ısıtılabiliyor. Soba, basitçe üç parça borudan oluşuyor. Üst üste monte edilen borulardan en alttaki biraz daha genişçe ve bunun içinde odun yakılıyor. Tipi ise bildiğimiz kızılderili çadırı. Bu kadar malzemeyi kayaklara nasıl sığdırdıklarına inanamıyorum. Tipi kurulunca herkes içeri girip kontrol ediyor içerisi +20 derece, inanılmaz. Ben de kar'ın üzerinde çadırımı kuruyorum. Neyse ki çadırın performansı iyi. Zemin su geçirmiyor. Isı izolasyonu için plastik mat, air mat, içime giydiğim aqua shell tulum, spray jacket, spray pants ve ne bulduysam onu kullanıyorum. Onların üzerinde de bizim kahraman tulum. Bakalım gece nasıl geçecek. 














Voytek 68 yaşında, geziye kamp alanında katılıyor. Usta bir kayakçı, sibiryadan, grönland'a kadar her yerde kürek çekmiş. Biz gelmeden o kamp alanına ulaşmış ve ateşi yakmış bile. Isınmak için yanına sokuluyorum, ingilizce bilmiyor ve kalabalıktan pek hoşlanmıyor. Neyse zaten ateşte ısıtmıyor. Getirdiğim minik gaz ocağında su kaynatıp bulgur yapıyorum, içine de kaşar ve kelbasa doğruyorum. Üstüne çikolata ve ballı votka. Mutluyum. Gece ateş başında sohbetin ardından 20:00 da noktalanıyor. Herkes çadırlara yollanıyor. Sudan çıktıktan sadece 4 saat sonra kamp kurulmuş, yemek yenmiş ve biz uykuya dalıyoruz. Çadırımı Marek ile paylaşıyorum. O diğerleri ile bir çadırda 3 kişi kalmak istemedi. Bari çadır biraz ısınır diye ben de seviniyorum. Uyumadan önce "Türk masajı" ister misin diye şaka yapıyorum. Marek horluyor. Uyumuş bile. Allah rahatlık versin... Gece 2-3 saatte bir uyanıyorum. Tulumun içinde 3 kat termal ve softshell giysi ile uyuyorum yine de tulum biraz olsun açılsa soğuktan uyanıyorum. Çadırın zemininden gelen soğuk yüzünden sürekli yön değiştirmek gerekiyor. Bir ara kafam dışarda kalmış, burnum felaket acıyor, dondu mu acaba diye korkuyorum.  Yanımda getirdiğim vücuda yapışan kimyasal ısıtıcılar aklıma geliyor ama çadırın dışında bırakmışım.



















Sabah saat 6 da uyanıyoruz. 10 saat uyumuşuz. Dışarı ilk çıkanlar termometredeki kayıtlara bakıyorlar. Sabah 5 ile 6 arasında  sıcaklık -15.8 dereceye düşmüş. Beklediğimiz en düşük sıcaklık -12 idi. Hemen çadırın iç yüzeyini kontrol ediyorum. Vücudumuzdan çıkan buhar üst katmana çıkamadan donmuş. Dışarı çıkıp da çadırların bembeyaz kırağı ile nasıl kaplandığını görünce çadırımın performansından memnun kalıyorum. Marek de aynı şeyi söylüyor. Sabah kahvaltısı yapacağım ama herşey donmuş. Çadırın bagaj bölümüne koyduğum yemekler bile donmuş. Ekmek kemiriyorum ama yeterli değil, birşeyler yemem lazım 55 km kürek çekeceğim. su ısıtmaya çalışıyorum ama gaz tüpünün basıncı çok düşük. Tüpü biraz ısınan suyun içine yerleştiriyorum. Isınan gazın basıncı artıyor ancak ısıtacak su yok hepsi donmuş. Kar eritiyorum ve  sıcak müsli yapıyorum. Çikolata ve biraz da kahve, hazırım. Alkol almak yasak. 




















Kayağı yüklemek gerçekten çok zor. Kayağın tüm kapakları yapışmış. Eldivenlerimi çıkarıp plastik parçaları elimle ısıtarak açıyorum. Plastikten yapılmış kuru çantalar o kadar sertleşiyor ki ağızlarını kıvırıp kapatamıyorum. Hızla toparlanıp suya iniyoruz. Sıcaklık hızla yükseliyor. Buz kütleleri ile daha az karşılaşıyoruz. Ancak nehrin bu kesimleri çok geniş ve derinliğin 5-10 cm'ye düştüğü kum adalar var. Nehrin üzerindeki renk ve akıntılardan bunları okuyup akıntı ile birlikte kenarlarından geçmek gerekiyor. bazen 300-400 mt'ye kadar genişleyen nehirde sürekli zikzaklar yaparak akıntıyı takip ediyoruz. Bir ara kestirmeden gitmeye kalkıyorum. Tüm ekipler yanımdan geçip gidiyor. Anlaşıldı akıntıdan çıkılmayacak. Bu gün kürek daha az donuyor. Ben de alışıyorum. Bir ara öndeki ekibe yetişip onlarla kürek çekiyorum. Bu çok kısa sürüyor hızlanıp gidiyorlar.  Ortada tek başıma kaldığım bir sırada kum adayı fark etmiyorum ve kayak kuma saplanıyor. Nehir etrafımdan akıp giderken kayağı yan çeviriyor, düşmemek için vücudumun ağırlığı ile kayağı bastırıyorum ama sonsuza kadar böyle kalamam kurtulmam lazım. Su sadece 10 cm derinliğinde kürek çekemiyorum. Paniğe kapılıp ellerimi kuma bastırıp kayağı kaldırmak istiyorum. O sırada Marcin yardıma yetişiyor. O kum alana gelmiyor, uzaktan komut veriyor ve küreği kuma saplayarak kayağı nasıl hareket ettireceğimi anlatıyor. Küreği kayağın arkasından kuma saplayıp iterek her seferinde 20-30 cm ilerliyorum. 10 dakikalık bir çabadan sonra kurtuluyorum.

Turun son kısmında geride kalıyorum. Marcin ve Tomek ile beraber turu tamamlıyoruz. Sonlarda arkadan esen şiddetli bir rüzgarla Varşova'ya ulaşıyoruz. Tüm kaslarım iflas etmiş, üşüyorum ve yorgunum. Karaya çıkmak çok keyifli. Kayakları ve malzemeleri arabalara yüklüyoruz. bu turu 150 km olarak tamamlarsam ekibin bir üyesi olabileceğimi söylüyorlar. Onların şartı bu. Artık bir de yeni ismim var: Toleg. Tolga, Lehçe'de çok kadınsı kaçıyor. Eh ben değişime açığım sorun yok. 

Eve geldiğimde, malzemeleri arabada bırakıyorum. Taşıyacak gücüm yok. Sıcak küvete giriyorum. 1 saat sonra çıkıp, kaş gevşetici iki hap alıyorum ve 12 saatlik derin bir uykuya dalıyorum...

TÜM RESİMLER:


17 Şubat 2009 Salı

Good Magazine















Good internet'te aktivist yayıncılığa çok güzel bir örnek. Farklı ve kilit noktaları şunlar: 1. Birçok kuruluşun katılımı ile ortak bir yayıncılık platformu kurmuşlar. Herkes kendi konusunu yayınlıyor, böylece yayınların uzmanlık seviyesi yükseliyor. 2. Internet dili kullanılıyor. Bugün aktivist mesajların yaratılması ve iletilmesinde ihtiyacımız olan uluslararasılaşmış, hızla anlaşılıp yayılabilen ve mesajın iletildiği topluluklar tarafından değiştirilmeye açık olan bir dildir. Good bu dili kullanılıyor, Flash animasyon, sinema, müzik, interaktif uygulamalar gibi internet'in yolunu açtığı ne kadar araç var ise biraraya gelereke Good'un dilini oluşturuyor. 
Good biraz fazla Birleşik Devletler odaklı kalmış daha global olmalı diye düşünüyorum. Mutlaka sizin de ilgilenip, bilgilenebileceğiniz bir konu vardır, gözatın.

13 Şubat 2009 Cuma

Blindness

















Fernando Meirelles
2008
*****

Aşık Veysel'in Estetiği isimli Prof. Dr. Recep Duymaz'ın makalesinden bir alıntı yapalım:

"7 yaşında kör olan Aşık Veysel'e ameliyat olup yeniden görmesi teklif edilince; hekimlerin bu teklifini kabul etmemiş. Bana şu sözleri söyledi: “Benim bunca yıl kendime göre düşünüp kurduğum bir dünya var, ben onu görmeden hayal edip yaratmışım; dışarıdaki dünyaya benzer mi benzemez mi bilmem; ama gözlerim açılacak olursa benim dünyam yıkılıp gider. Buna razı değilim!” Veysel bu sözleri söyledikten sonra sazı eline aldı.
Kuş olsan da kurtulmazdın elimden
Eğer görse idim göz ile seni
Mısralarıyla biten koşmasını okudu; sazı bıraktıktan sonra aynı konuya döndü:
“ Ben körlüğümden şikayetçi değilim; benim körlüğümden başkaları müteessir oluyorlar” dedi. Yüzünde tatlı bir gülümseme genişlerken şunları söyledi: “Rakı, içene tesir eder; ama rakı şişesi sarhoş olur mu? Ben de rakı şişesi gibiyim. Körlüğüm bende kaldığı müddetçe bana dokunmuyor; başkaları onu görüp müteessir oluyorlar!” Refik Ahmet Sevengil, a., g., e, s. 203,204"


Körlük de ancak yaşanarak bilinebilecek özel bir durum. Fakat, herkesin kör olduğu bir dünyada ise körlük anlamını ve tanımını yitirir. Bu konuyu bir sinema filmi ile anlatmak isterseniz yapılabilecek en iyi işlerden biri Blindness olurdu. 

Kör olmanın kaç değişik etkisi olabilir? Kişinin psikolojik dünyasında, sosyal ilişkilerin organizasyonunda, kadın erkek ilişkilerinde. Bu listeyi istediğiniz kadar uzatın. Blindness hiçbirinden feragat etmemiş, aynı hikayenin içinde, ancak hiçbirşeyi zorlamadan, sündürmeden, olabildiğince doğal ve basit  bir şekilde anlatmış. Bu anlatım tüm sinematografik yapı ile bütünleşmiş. Oyunculuklar nefis. Yönetmenin en büyük başarısı tüm oyuncuları aynı temel duyguya sabitlemiş olmasıdır. Filmin bir yerinde görme kabiliyetimin azaldığını hissetmeye bile başladım. Görmek ve duymak sinemanın yolculuk edebildiği ana otobanlar. Herşeyin bu kadar bütünleştiği bir film daha bulmak çok zor.  

11 Şubat 2009 Çarşamba

"Gerçekler Bilinsin Yeter"























İsveç'te yaşayan video sanatçısı Hakan Akçura, Abdülkadir Aygan'ın yaşamını konu alan bir belgesel çekmiş. Üç buçuk saatlik belgeseli Hakan Akçura'nın blogundan izleyebilirsiniz. 

Belgesel izlediğiniz herşeyden daha gerçek. Abdülkadir Aygan röportaj şeklinde gerçekleşen belgeselde hayatını 3 dönemde anlatıyor. PKK militanı, PKK itirafçısı - JİTEM elemanı ve İsveç gizli polisinin korumasında ailesi ile yaşayan Abdülkadir Aygan.

Anlatılanlar, biliyoruz diyemeyeceğimiz fakat korkunç oldukları kadar da inanılası şeyler. Basite indirgersek, Türkiye'deki gerilla - kontgerilla çatışmasının iki tarafında yer alan bir insanın günlüğü. Türkiye hakkındaki bu çarpıcı gerçekleri görmek ilginç olabilir. Bence hepimizin bilmesi gerekiyor. 

Bilmemiz gereken başka birşey de dünyanın bu ve benzer şekillerde birbirini öldürdüğüdür. Kavganın amaçsızlığı ve anlamsızlığı ne kadar ayan beyan meydanda ise de, ceset yığınlarının arkasında görünmez hale geliyor. Lütfen izlerken "Türkiye'nin sorunları" penceresinden bakmayın. "Tüm insanlığın silahlanıp birbirini katletmesi çılgınlığı" penceresinden bakın.

Ben konunun başka bir tarafına girmek istiyorum. Abdülkadir Aygan tüm açıklığıyla, isimler ve tarihler ile olayları anlatıyor. Belgelenebilecek, çok dürüst itiraftlarda bulunuyor. İsimler öldürdüğü insanlara ait, onlarca can aldığından bahsediyor.  Hikayesinin hiçbir yerinde, "haklılığından" bahsetmiyor." Ağlanıp, sızlanmıyor. Pişmanlık, utanç veya üzüntü duyduğunu ne söylüyor ne de hissediyorsunuz. Hatta Aygan tüm hikayesini duraksamadan ve hiçbir duygusal yoğunluk yaşamadan anlatıyor. Hikayenin genelinde taraf tutmasa da, konuşurken hangi tarafa "biz" hangi tarafa "onlar" diyeceğini şaşırdığı yerler çok ilginç. İtirafları, korunmak, öç almak, para kazanmak veya bir çeşit ün kazanmak için yaptığını sanmıyorum. 

İtiraflarının nedenini, hikayenin sonunda, "arınmak" olarak özetliyor ve "gerçekler bilinsin yeter" diyor. Burayı kafamda kurcaladım. Gerçek iç dünyasını bilemem ama Aygan'ın hissettikleri ile ilgili bir tahminde bulunmaya çalışabilirim. 

Bir katilin itiraf ederek arınmak istemesi için arınarak ulaşmak istediği temizlik halini bilmesi gerekir. Bu hikayenin en ilginç yanı da bu. Aygan sadece öldürerek ve savaşarak yaşamış, bunu bir yaşam şekline dönüştürmüş. Öldürmek istemediği zaman geldiğinde de, örgüt izin vermemiş ve "öldürmezsen, ölürsün" demiş. Tek saklanacağı yer olan "düşman"a sığınmış ve onlardan da "öldür" emrini almış. 22 sene bu şekilde yaşadıktan sonra ve cephenin her iki tarafında da insan öldürmüş birinin arınması veya arınmak istemesi bana imkansız geliyor. Çünkü, en azından bir tarafın sosyal coğrafyasının bu kişiye sempati duyması gerekir ki, toplumun "temiz" diye adlandırdığı yaşama kabul edilebilsin. Bu sempatiyi kazanamayacağı kesin. 

Aygan cinayetlerini kişisel zevki için işlemiyor, ya vatan millet adına, daha iyi yarınlar için, yani "temiz" amaçlarla. Ya da kötülerden korunmak için işliyor. Ancak ne yaparsa yapsın hiç "temiz" tarafta yer alamıyor. Bu noktada insanın aklı karışır. Kötünün tersinin iyi olması gerektiği önermesi yıkılıyor. 

Aklıma gelen soru şu; tarihin klasik iyi-kötü dualitesinde iyi tarafa geçmeyi başaramayan birisi acaba "iyiliğin" varlığından süphe eder mi?

Aygan'ın tüm biz iyilere, "duygusuz" gelen itiraflarının bu tonda olmasının nedeni, acaba, toplumun çoğunluğunun algıladığı iyi-kötü kavramları ile Aygan'ın yaşam tarzı nedeni ile ulaşabildiği iyi-kötü kavramlarının algılanması arasındaki fark mı? Hiç öldürmedim dolayısı ile öldürmenin haklı olabileceğini de duyumsamadım. Bu deneyimi yaşamadan Aygan'ın nasıl ve neden "duygusuz" olduğunu bilebilir miyim. Veya yargılayabilir miyim?

Toplumların en büyük kavgaları, zaten hiç deneyimlemediğimiz için anlamamızın teknik olarak imkansız olduğu fikirleri; doğal olarak anlayamayışımızdan çıkmış. 

Özellikle dinler ve milletler arasındaki kavgalar bu tek taraflı bakış açısı ile körüklenmiş. Müslümanlığı hiç bilmeyen hristiyanlara, müslümanları öldürmek anlamlı gelmiş. Zenginler ve fakirler, medeniler ve barbarlar, siyahlar ve beyazlar, kadınlar ve erkekler, normaller ve anormaller. Herkes kendi gerçekliğinden yola çıkmış ve nefret etmekte haklı olduğuna karar vermiş. Öldürmek de görev olmuş.

Abdülkadir Aygan şimdi herkese hikayesini anlatıyor. Bence, ne özür dilemek için ne de arınmak için. Bunların ne demek olduğunu zaten bilmiyor. Öldürürken kirlendiğini düşünmedi ki şimdi arınsın. Bence iyi miyim kötü müyüm sorusunun cevabını bilmiyor ve toplumun bu taraflardan birini seçmek için getirdiği zorunluluğa boyun eğiyor. Şimdi cevabı arıyor! Bunun için seçtiği yol ise kendini anlatmak. En duygusuz, en çıplak, en gerçek hali ile yaptıklarını herkese anlatmak. Ne kadar çok kişi duyar ve bilirse örneklem büyüyecek ve alacağı cevabın güvenilirliği artacak. Bu yüzden bir kitap yazmış, röportajlar vermiş ve şimdi de herşeyi bir filme anlatmış.

Bu belgesel sinema adına, bir şaheser veya siyasi arenayı sarsacak bir belge olmayacak. Sadece hayatı anlamak için dürüstlüğün kılavuzluğuna ne kadar ihtiyacımız olduğunu hatırlatacak. 

9 Şubat 2009 Pazartesi

En İyi Sinema Fotoğrafı Oscarı (Evet öneriyorum, neden olmasın?)
















Vanity Fair, bu yılın önemli filmlerinin oyuncuları ve yönetmenleri ile bir fotoğraf çalışması yapmış. Fotoğrafçı Annie Leibovitz'in elleri dert görmesin. Tüm fotoğraflar burada. Sizce de Woody Allen bu fotoğrafta, "Tanrım, neden beni bu genç yaşta ereksiyondan mahrum edip; bu kadının ellerine attın?" demiyor mu?

Nothing Is Private (Towelhead)















Alan Ball
2007
****
Hepimiz Towelhead diye biliyoruz ancak IMDB "Nothing Is Private" olarak geçiyor filmin ismini. Sanırım film yayınlandıktan sonra" politically correct" olmak adına ismi değiştirmişler. 
Yönetmen Alan Ball, aynı zamanda "American Beauty" nin senaristi ve yapımcısı. Film çok incelikli oyunculuklar sayesinde mükemmel bir anlatıma sahip. Senaryo bir romandan uyarlama ve sanırım romanda kurgulanan öykü ve karakterlerin derinliği senaryoya çok iyi aktarılmış. Standart bir filmde bulacağımız üstünkörü anlatımından çok detaylar ile dolu, her karakterin ince ince anlatıldığı bir yapı var.
Konu genç bir kızın ergenlik sorunlarının başında gelen cinselliğin keşfi üzerine kurulu. Bir de kızımız Amerika'da yaşayan bir Lübnan asıllı olunca herşey daha dikkat çekici oluyor. Ancak ben bu kısmı görmedim. Asıl etkileyici olan genç bir kızın hislerini paylaşmanın zorluğunun aşılması idi. 
Gördüklerim aklımda flu bir görüntü bırakmadı. Hem keskin bir imaj yarattı hem de bir çok duyguyu en doğal hali ile transfer etti. Çok başarılı. 5 yıldız veresim geldi ama sinematografinin sönüklüğü beni durdurdu.   

Kaygıların Yürürlükten Kaldırılması
















2008 yılında 16. İstanbul Tiyatro Festivali'nde seyrettim. Meğer oyun bu festivalde ilk kez sahneye konulmuş. 
Oyun'un yazarı Fred Vargas. Yönetmeni ise Lulu Menase. Oyun, yazarın, tüm hayatımızı bir sorunlar yumağı haline getiren kaygılarımızı ortadan kaldırmak için seyirci ile kurduğu bir diyalogtan ibaret. Ancak beni bu kadar etkileyen bir diyaloglar yumağı daha olmamıştı. Tek kişilik oyunda, diyaloğu sahneye koymak gerçekten zor. Ancak Oriane Littardi, İstanbul'da bunu fransızca olarak harika bir şekilde başardı gibi geldi; zira Fransızca bilmiyorum. Oyun Türkçe üstyazı ile oynanmıştı. 
Farelerin yaşamlarını örnek almamız gerektiğini ne güzel de anlamıştık. 
Bulun, edin. Görmeden ölmeyin...  

Demokratik Başbakanımız























Başbakan'ın Leman'ın "çizgisine" açtığı davalara çok güzel göndermişler. Koymadan duramadım. :)

HEPİMİZ ÖLECEĞİZ














Simon Hoegsberg. Danimarkalı bir fotoğrafçı. 2007 yılında 20 gün boyunca aynı noktadan çektiği fotoğrafları birleştirerek 100 metre uzunluğundaki "We are all gonna die" isimli çalışmasını gerçekleştirmiş. Fotoğrafın icat ettiği şey ölümsüzlük müdür?





4 Şubat 2009 Çarşamba

The Go Getter























Martin Hynes 
2007
****

Her filmde özgün bir taraf arıyorum. Bir şeyi ilk kez bir filmde görmek, öğrenmek, deneyimlemek istiyorum. Çok büyük bir kolaycılık aslında bu. Yepyeni bir duygu'yu, düşünceyi sadece oturduğumuz yerden yaşamak kolaycılıktır, kabul edelim. Peki zor yolu ne olurdu, dışarı çıkıp gerçeklere dokunmak. Filmler neyi öğretiyorsa tek tek deneyimlemek.
Film bir göz yanılgısıdır. Saniyede 24 kare fotoğraf görürüz ve gerçekleri gördüğümüzü zannederiz. Aslında filmlerin içeriği de bir yanılgıdır. Nasıl saniyede 24 kare ile işi oldu bittiye getiriyorsa; bir sinema filmi 90 dakikada onlarca seneyi anlatır. Peki bize anlatılmayanlara ne olur.  İşte o anlatılmayanlardır sinema. Aklımızın sınırlarını genişletip, özgün deneyimlerimizin ışığında tamamladığımız kısımlar. Her film anlatmadıklarını seyircisine tamamlatır. Hem de kendi istediği şekilde ve yöntemle. Filmleri sevmeyiz, bize tamamla dediği ve kendi özgün düşüncelerimiz olduğunu sandığımız fikirleri severiz. Filmler değil izlediklerimiz, onların tetiklediği ve bu bahane sayesinde bilinç altımızdan çıkarıp tatmin ettiğimiz, filmler olmasa hep saklı kalacak duygu, düşüncelerimiz. 
Demek ki herkesin sinemadan aldığı keyif, kendi öznel zihin yapısının bir yansımasıdır. Buna en güzel örnek "A pervert's guide to sinema" Slovaj Zizek, sinema ile insanlar arasındaki alışverişi açıklıyor. Ancak belli ki Slovaj Zizek ve bu belgeseli izleyenlerin zihinlerinden yansıyanlar hep farklı olacak. Çünkü zaten Slovaj Zizek tüm sinema izleyicilerine bir kılavuz hazırlayarak kendi öznel aklını kalabalığın içinden sıyırdı. Bu kişi için bu sıyırma işi çok önceden yazdığı kitaplar ile de gerçekleşmişti gerçi.
Öyle ise; gördüğümüz filmleri kendi aklımızın sınırları kadar yansıtırız, dolayısı ile sinema eleştirilerimiz sadece filmleri anlatmaz, bizim hakkımızda da ipucu verir, önermesi doğru olabilir. Ancak bu, zaten tüm yaşam için de böyledir. Yani herşeyi aklımızın sınırları ve girinti çıkıntılarına çarptırıp eğip bükeriz. Tıpkı bir kalıp gibi kullanırız zihnimizi. Yada, kısaca: "aklımızın süzgeçinden geçiririz"
Ancak, sinemayı çoğu diğer yaşantılarımızdan ayıran temel bir fark var. Sinema bu anlattıklarımı biliyor. Sinema gerçek hayat gibi rastgele üretilmiyor. Sinema insan tepkilerinin analizi üzerine kendini geliştiriyor. Tıpkı bir yapay zeka gibi, bu sanat bizim verdiğimiz geri bidirimler ile besleniyor. Beslendikçe bizi daha iyi tanıyor ve tanıdıkça daha komplex mesajları iletebiliyor. 
Sinema oturduğumuz yerden bize duygu, düşünce besleyen tek yönlü bir araç değildir. Sinema gerçek hayatın taklidi de değildir. Dolayısı ile gerçek deneyimler ile sinema deneyimleri kıyaslanamaz, biri diğerinin yerini alamaz, her ikisi de hayatın farklı parçalarıdır. 
Sinema, kendimizle konuşmaktır. 

Bu filmi sevmek için seçtiğim şey, aşkın ortalama değil de alt veya üst frekanslardaki bir uyum olduğunda, daha güçlü olacağı düşüncesi. 
Çok güzel bir aşk filmi. Ancak keşke daha iyi oyuncular ile daha iyi çekilseydi dedirtiyor. 


3 Şubat 2009 Salı

Frozen River















Courtney Hunt
2008
****

Filmimiz sağlam bir dram. İki kadın'ın hayatlarını kurma çabası tam da bir sınırda kesişiyor. Birbirlerinden bu sınırdan farklı sınırlar ile ayrılan iki kadın, bu sınırların gücünü kendi paçayı sıyırmaya çabalarına yönlendiriyorlar. Sınırsal bir film olmuş.
Kadın yönetmenlerin işlerindeki duygusal yük, erkeklerinkinden çok farklı diye düşünüyorum. Duygusal olarak daha yoğun veya seyircinin bağ kurmasını kolaylaştırıyor anlamı çıkmasın. Sadece farklı. Kadın yönetmenlerin filmleri başka bir tonda tınlıyor. Senaryoyu yazan ve filmi yöneten Courtney Hunt, bu senaryo ile oskar adaylığını kapmış. Filmin başrol oyuncusu Melissa Leo ise en iyi kadın oyuncu oskarına aday gösterilmiş.
Çok emek verilmiş izlenmesi gereken bir film.   

The Dark Night



















Christopher Nolan
2008
****

Bu kez filmin isminde "Batman" kelimesi geçmiyor. Film diğerlerinden farklı olarak Batman'in dünyasına değil de sinemanın en klasik konularından "iyilik ve kötülük" dualitesine yönelmek istiyor. Çok da iyi yapıyor. Nolan kardeşler'in senaryosu için alternatif bir senaryo diyemem ama çok güçlü ve farklı yönleri var. İyi ve kötünün bildik sınırlarını genişletiyor. Sadece iki uçtan oluşan iyi ve kötü dünyasına başka oyuncular sokarak, az iyi, pek kötü, haylaz, kötünün iyisi gibi tiplerle de tanışmamızı sağlıyor. Aynı zamanda kötülüğün ve iyiliğin nedenlerini klasik bilgilerimizin dışında aramaya çalışıyor. 
Senaryoyu Christopher Nolan, kardeşi Jonathan Nolan ile birlikte yazmış, Daha önce bu ikilinin senaryosunu yazdığı ve Christpher Nolan'ın yönettiği bir başka film de "Memento" Birlikte yazdıkları başka senaryolar da var. Bu ikiliden, ileride çok iyi işler çıkacak eminim. 
Filmin en iyi performansı Heath Ledger'dan geliyor. Bu rolü ile En iyi yardımcı erkek oyuncu oskarına da aday gösterilmiş. Daha önce "Brokeback Mountain"da da çok beğenmiştim. Peki en iyi joker olmuş diyebilir miyiz? Hayır, Jack Nicholson hala en iyisi ama yine de Heath Ledger bu rol ile en beğendiğim oyunculardan biri oldu. 
Filmin içindeki teknolojik oyuncaklardan cep telefonları ile sonar üretme düşüncesi çok güzeldi. Amerika'da bu konuda bir çok komplo teorisi zaten üretiliyordur. Bu da paranoyaya tuz biber ekti.   

1 Şubat 2009 Pazar

Rabbit Fever























Ian Denyer
2006
***

Resimde görülen seks oyuncağı hakkında bir mocumentary. Neden mi çekmişler. Bu dünya'ya yakın olmayanlar için söylüyorum: Kadınlar bu cihazı çok seviyormuş. Yanlarından eksik etmiyorlarmış. Ya ben, ya o! Diyen erkek arkadaşlarına; "O canım, o! Hadi bakiim" diyorlarmış. Rabbit'in yaptıkları tarif edilemezmiş. 
Erkek'lerin çok da favori olmadığı bu çağda Rabbit'i olanlara bol orgazmlar, olmayanlara da bol şans dilerim... 

The Wackness























Jonathan Levine
2008
****

Josh Peck çok ciddi bir performans sergiliyor. Çocuk süper. Ben Kingsley her zamanki gibi harika. Bu oyunculuklar için seyredilir. Genel olarak aslında film 3 alırdı ama Soundtrack'in güzelliği ve Josh Peck hatırına 4 verdim.
Gencimiz cool olmayı ve ilk seksi arıyor. Hangimiz aramıyoruz ki? Bir de psiyatristimiz var o da hemen hemen aynı şeyi arıyor. Bu iki karakter süper bir amca-yeğen ilişkisi kuruyorlar.
Ahh bir de o aşk meşk durumları devreye girip filmleri batırmasa. Herkes aşık olacak diye bir kural mı var Hollywood'da kardeşim?