4 Şubat 2009 Çarşamba

The Go Getter























Martin Hynes 
2007
****

Her filmde özgün bir taraf arıyorum. Bir şeyi ilk kez bir filmde görmek, öğrenmek, deneyimlemek istiyorum. Çok büyük bir kolaycılık aslında bu. Yepyeni bir duygu'yu, düşünceyi sadece oturduğumuz yerden yaşamak kolaycılıktır, kabul edelim. Peki zor yolu ne olurdu, dışarı çıkıp gerçeklere dokunmak. Filmler neyi öğretiyorsa tek tek deneyimlemek.
Film bir göz yanılgısıdır. Saniyede 24 kare fotoğraf görürüz ve gerçekleri gördüğümüzü zannederiz. Aslında filmlerin içeriği de bir yanılgıdır. Nasıl saniyede 24 kare ile işi oldu bittiye getiriyorsa; bir sinema filmi 90 dakikada onlarca seneyi anlatır. Peki bize anlatılmayanlara ne olur.  İşte o anlatılmayanlardır sinema. Aklımızın sınırlarını genişletip, özgün deneyimlerimizin ışığında tamamladığımız kısımlar. Her film anlatmadıklarını seyircisine tamamlatır. Hem de kendi istediği şekilde ve yöntemle. Filmleri sevmeyiz, bize tamamla dediği ve kendi özgün düşüncelerimiz olduğunu sandığımız fikirleri severiz. Filmler değil izlediklerimiz, onların tetiklediği ve bu bahane sayesinde bilinç altımızdan çıkarıp tatmin ettiğimiz, filmler olmasa hep saklı kalacak duygu, düşüncelerimiz. 
Demek ki herkesin sinemadan aldığı keyif, kendi öznel zihin yapısının bir yansımasıdır. Buna en güzel örnek "A pervert's guide to sinema" Slovaj Zizek, sinema ile insanlar arasındaki alışverişi açıklıyor. Ancak belli ki Slovaj Zizek ve bu belgeseli izleyenlerin zihinlerinden yansıyanlar hep farklı olacak. Çünkü zaten Slovaj Zizek tüm sinema izleyicilerine bir kılavuz hazırlayarak kendi öznel aklını kalabalığın içinden sıyırdı. Bu kişi için bu sıyırma işi çok önceden yazdığı kitaplar ile de gerçekleşmişti gerçi.
Öyle ise; gördüğümüz filmleri kendi aklımızın sınırları kadar yansıtırız, dolayısı ile sinema eleştirilerimiz sadece filmleri anlatmaz, bizim hakkımızda da ipucu verir, önermesi doğru olabilir. Ancak bu, zaten tüm yaşam için de böyledir. Yani herşeyi aklımızın sınırları ve girinti çıkıntılarına çarptırıp eğip bükeriz. Tıpkı bir kalıp gibi kullanırız zihnimizi. Yada, kısaca: "aklımızın süzgeçinden geçiririz"
Ancak, sinemayı çoğu diğer yaşantılarımızdan ayıran temel bir fark var. Sinema bu anlattıklarımı biliyor. Sinema gerçek hayat gibi rastgele üretilmiyor. Sinema insan tepkilerinin analizi üzerine kendini geliştiriyor. Tıpkı bir yapay zeka gibi, bu sanat bizim verdiğimiz geri bidirimler ile besleniyor. Beslendikçe bizi daha iyi tanıyor ve tanıdıkça daha komplex mesajları iletebiliyor. 
Sinema oturduğumuz yerden bize duygu, düşünce besleyen tek yönlü bir araç değildir. Sinema gerçek hayatın taklidi de değildir. Dolayısı ile gerçek deneyimler ile sinema deneyimleri kıyaslanamaz, biri diğerinin yerini alamaz, her ikisi de hayatın farklı parçalarıdır. 
Sinema, kendimizle konuşmaktır. 

Bu filmi sevmek için seçtiğim şey, aşkın ortalama değil de alt veya üst frekanslardaki bir uyum olduğunda, daha güçlü olacağı düşüncesi. 
Çok güzel bir aşk filmi. Ancak keşke daha iyi oyuncular ile daha iyi çekilseydi dedirtiyor. 


Hiç yorum yok: